PORTAKAL KABUĞU REÇELİ- MAJÖR DEPRESYON Anı- öykü
Bir sene önce yazmıştı bu satırları, yeni bir öykünün ilk paragrafı, başlangıcıydı ne var ki klavyenin başına geçtiğinde kelimeler, harfler birbirine giriyor, gözyaşlarına engel olamıyordu. Zamana ihtiyacı olduğunu düşündü, kendini toparlayabilme umuduyla rafa kaldırdı öyküyü, düşünmemeye çalıştı terapi sonlanıncaya kadar. Resim, evet resim yapmanın onu kurtarabileceği düşüncesi ile bir yığın alışveriş yaptı, tuvaller boyalar, incelticiler, fırçalar... evde yeni bir düzen kurdu. Olmuyordu kafasıyla eli arasındaki uyumu sağlayamıyor yaptıklarını bozuyor yok ediyordu. Üstelik, çalışmanın verdiği dağınıklık onu iyice çileden çıkarıyordu. Yarım öyküler gibi ona yakın yarım resim birikmişti bozulan karalananlar dışında. Ani bir kararla uzunca bir zaman önce atölyeye çevirdiği oturma odasında resim çalışmasına dair ne varsa kaldırıp topladı, ardından büyük bir temizliğe girdi. Öyküler gibi resimler de belirsiz bir zaman için hapishanelerine kilitlendi. Hiçbir şey yapmamak da boğuyordu onu, insanlarla olan irtibatı, sosyal faaliyetleri de yok denecek kadar azdı. Öncelikle iyileşmesi gerekiyordu ne var ki devam etmeye çalıştığı terapi seansları, aldığı ilaçlar geçici iyilikten öteye gitmiyordu, ağlama krizleri yakasını bırakmıyordu. Ne teşhis koymuştu psikiyatrist ‘’ Majör Depresyon’’. Tedaviye olan inancını da kaybetmiş kendini dünyada yapayalnız kalmaya mahkûm edilmiş hissediyordu.
Torununa bas gitar almak için girdikleri müzik markette gözüne piyanolar ilişti, daha önce küçük çalışmalar yaptığı tuşlara yabancı değildi, parmakları gözüne ilk kestirdiği piyano tuşları üzerinde dolaştı. Genç ses mühendisi, "Hanımefendi, sanırım sizin de bir piyanoya ihtiyacınız olacak" sözlerine gülümsedi. Çok geçmeden piyano evdeydi, tuşlar parmaklarının altındaydı. Notalar, 'major depresyonu’ alt etmeye, gözyaşlarını kurutmaya yetmedi, aksine batı müziğinden Türk Sanat Müziği'ne geçiş durumunu daha da ağırlaştırdı. Tuşlara her bastığında, ne zaman nasıl kulağına yerleştiğini hatırlayamadığı şarkılar parmaklarında hayat buluyordu. Pratik çok kolay çıkarıyor, bir müddet sonra unutuyor, sonra aynı şarkıyı yeniden bulmuşçasına çalıyordu. Beynin çocuklukta depoladığı seslerdi çaldıkları. O zamanlar sadece radyo vardı. Türk Sanat Müziği dinlenirdi evde. 15-16 yaşlarında hafif batı müziğini severdi o ve arkadaş grubu Paul Anka, Doris Day vb. Gece Müzik Yelpazesi programını kaçırmaz, yazılı ödevlerini yaparken radyosu açık olurdu. Klasik Batı Müziği de gençlik şiirlerine eşlik ederdi yazarken, özellikle Chopin'i çok severdi; sanırım hala da öyle. Gençliği ve yetişkinliği boyunca hiç ilgilenmediğini sandığı Türk Sanat Müziği çalmaya çalıştığı piyanonun tuşları da yasına eşlik ediyor, onu gözyaşları içinde bırakıyordu. Hangi dala tutunacağını, nereye sığınacağını bilemiyor, giderek çevresinden uzaklaşıyordu. Tutunmaya çalıştığı her dal elinde kalıyordu. Sayısı hayli azalmış dostlarından biri evini değiştirmesini önerdi, yeni bir muhit yeni bir ev yaralarını sarabilirdi. Oysa ökseye tutulmuş bir kuş kadar bağlıydı evine. Ufak tefek tadilatlarla semtinden uzaklaşmadan kendine yeni bir sığınak yaratmayı yeğledi. Yaz boyunca sürecek tadilat onu az da olsa oyaladı. Kendine dönüp baktığında, tüm bunların zamanı boşa harcamaktan öteye gitmediğini gördü. Her çırpınışta başladığı yere dönüyordu.
Yeni yıla girmeye çok az zaman kalmıştı. Duvarlarını kendisinin ördüğü bu hapishaneden çıkmak için oldukça geçerli bir sebebi vardı. Torunlarına bir şeyler almak için dışarı çıkmanın kendisine iyi geleceğini düşündü. Uzun zamandır çocuklara o çok sevdikleri reçel ve kurabiyelerden de yapmamıştı. Önce kurabiyeleri ve reçeli hazırlamayı, ardından da alışveriş için dışarı çıkmayı planladı.
Pazardan aldığı Yafa portakallarını musluğun altında iyice yıkadı, sularını süzmesi için tezgâha serdiği kağıt havlunun üzerine koydu. Ne çok severdi torunları bu reçeli, uzun zamandır da yapmamıştı zira değişen her şey gibi Yafa Portakalı bulmak da zordu, zira bu reçelin başarılı olması için o kalın etli kabuklara ihtiyacı vardı. Portakalları iyice kuruladı, meyveyi kabuklarından muntazam bir şekilde çıkardı, uzunlamasına ince şeritler halinde kesti, daha önceden hazırladığı kalınca naylon iplere sararak dizdi. Acısını çıkarmak üzere daha önceden hazırladığı su dolu tencereye doldurdu. Çok olmuştu yapmayalı bu reçeli, tam üç senedir.
Eşini kaybettiğinden beri mutfağa ancak karnını doyurabilecek ufak tefek yapımı zaman almayan şeyler ve de temizlik için giriyordu. Kaybetmediği tek hasleti temizlik... Reçel için tarife ihtiyacı olduğunu düşündü, zira tereddütleri vardı. Önce acısını çıkarmak, birkaç kere su değiştirmesi ve ardından haşlaması gerekiyordu; yoksa önce kaynatıp sonra mı su değiştirecekti? Bu kadar kabuğa ne kadar şeker gerekiyordu? Suyunu süzdükten sonra mı şekerle hemen kaynatacak, yoksa süzülen kabukların üzerine şekeri döküp bir gece buzdolabında mı bekletecekti... Yok yok, o bekletme çilek reçeline aitti. Bazı şeyleri unuttuğunu düşündü, yardım için yeni evli olduğu yıllarda kayınpederinin hediye ettiği yemek kitabına bakmak istedi. Zira en güzel tarifleri hep oradan alır, çok güzel sofralar hazırlardı eskiden, zevkli, bembeyaz ütülü masa örtüleri, çiçeklerle donatılmış sofralar. Özel günleri hep bu masada kutlarlardı, bazen yakınları, bazen dostları, bazen ikisi baş başa, ama mutlaka kutlanırdı. Salondan bir sandalye aldı, mutfak dolaplarının en üstünde bulunan yemek kitaplarının arasından kayınpederinin armağanı olan kitabı çekti. Elindeki kitabı tezgâhın üstüne koydu, sayfaları rastgele çevirmeye başladı. Oysa tatlı ve reçeller kitabın
sonlarındaydı, neden böyle yaptığına kendi de şaşırdı, gülümsedi, "iyice yaşlandım." Kitabın son sayfalarında bulunan tatlılar ve reçeller bölümünü açtı. Çekmeceden temiz bir önlük çıkardı, kırlaşmış saçlarını bir lastikle ensesinde topladı. Dikkatle okumaya başladı.
1- 6 adet Yafa portakalı (3 su bardağı dilimlenmiş portakal kabuğu), 2- Bir su bardağı taze sıkılmış portakal suyu,
3- İki su bardağı su,
4- Dört su bardağı toz şeker,
5- 1⁄2 Limonun suyu,
6- Bir çay kaşığı tereyağı,
7- İsteğe bağlı 1⁄2 paket vanilya
Yemek kitabını yerine koymak üzere ayak parmakları üzerinde yükselerek uzanmaya çalıştı; küçük bir kağıt parçası kitapla birlikte tezgahın üzerine düştü. Siyah mürekkeple yazılmış bir nottu bu. Biraz uzağında bulunan yakın gözlüğüne uzandı.
''Sevgilim, Alya'm, kırk sekiz yıl benimle yaşamak hususunda gösterdiğin sabır ve tahammül karşısında şapka çıkarır, daha nice yıllar bu tahammülü göstereceğin ümidiyle ve sonsuz sevgimle. Ertan Doğan''
Bu eşinin evlenme yıldönümlerinde gönderdiği kırmızı gül demetine iliştirilmiş olan notlardan biriydi hiç şüphesiz; hatırlayamamış olmasına şaştı. Belki de güllerin güzelliği (ki her zaman özenle seçilmişti onlar) ve onları bir an evvel vazoya yerleştirme telaşıyla bu notu kitabın arasına koymuş olmalıydı; ne kadar zorlasa da kendini hatırlayamadı. Ölümünden beş sene önce gönderilen bir buketin notuydu bu; tekrar tekrar okudu. Sandalyeye çökercesine oturdu.
1- Altı adet dilimlenmiş Portakal Kabuğu (üç su bardağı dilimlenmiş portakal kabuğu)
Hatırlar mısın? Uzun uzun koşuşturmalardan sonra, inatla, ısrarla, kararlıkla ulaşmayı başarmıştın bana. Benim başımda kavak yelleri esiyordu. Ne yalan söyleyeyim, biraz da kendini beğenmişlik vardı; öyle ya çevresinden bolca övgü, iltifat alan, aynalara bakmaya doyamayan çaylağın tekiydim. Hayalimdeki erkek sen değildin. Rock Hudson vardı yatağımın başucunda koskocaman bir poster... Onun boş içini romantizmle doldurup hayalimdeki erkeği yaratmıştım. Sen bu ölçülere hiçbirine uygun değildin. Her gördüğümde kaçtım senden, görmezden geldim; sen vazgeçmedin, gittiğim kurslara yazıldın, İngilizce neyse de resim kursuna yazılma cesaretini hatırladıkça hala gülerim; benim Cin Ali Ressamım. Bir toplantıdaydık yine peşimdeydin, ne yapıp yapıp can arkadaşım Sezen'le konuşmayı başardın ve grubun içine girdin. Zorunlu karşılaşmalarda selamına karşılık vermeye başladım, nezaketen diyelim. Ve günün birinde kantinde senin kahve ikramını kabul ettim, uzun uzun konuştun; sen konuştukça içime sıcak sıcak bir şeylerin aktığını hissettim, ikimizin de nedensiz gözleri doldu, elini elimin üstüne koydun: ‘’Azimliyim, bunu bilmeni istiyorum,’’ dedin. Kendimi benimle aynı boyda bu güzel yüzlü adamla hayalim arasında sıkışmış hissediyordum. Mesela topuklu pabuç giydiğimde ondan uzun olacaktım bir de vazgeçilmezim şapkalarım vardı ki, ikimiz o resimde bir türlü göremiyordum. Biraz zamana ihtiyacım vardı, düşünmeye karar vermeye, ama sen buna izin vermedin; çiçek yağmurları başladı, küçük kartlar iliştirilmiş kırmızı güller. Hiçbir armağan, çiçek kadar yelkenlerimi suya indirmekte etkili olamazdı. Nasıl nereden öğrendiğini de uzun zaman öğrenemedim. Çok geçmedi nişanlandık, ardından askerliğin; senin mavi, benim pembe zarflı mektuplarımız İstanbul Halıcıoğlu ile Ankara arasında mekik dokudu uzun zaman.
2- Bir su bardağı taze sıkılmış portakal suyu
Dişim apse yapmış, yüzüm şişmişti. Doktor dönüşü çalıştığım bankadan izin alıp eve geldim. Doktorun verdiği ilaçları kullanmama rağmen geçmeyen diş ağrımın azalması için çenemin altından yanaklarımı kapatan bir eşarbı başımda fiyonk yaparak bağladım, yatağıma uzandım. Başucumda Rock Hudson’un muhteşem posteri, benim şiş yanağım ve kenarı oyalı tülbentle sıkılmış başım – kim bilir karşıdan nasıl da komik duruyordu. Kapı zili çalındı ve annem, biraz sonra odama geldi. ''Bankadan müdürünüz yollamış, sağlığını sormak üzere bir arkadaşın kapıda sana sormadan almadım içeri,'' yatakta doğruldum.
• ‘’Geçmiş olsun, Alya Hanım. Bir an önce iyileşip dönün aramıza.’’ İçimden ‘’Cehenneme kadar yolun var yapışkan, görürsün sen!’’
Antreden sesleriniz geliyordu:
Aklımın yelkovanı gerilere doğru akıyor, yeni evliyiz, Ankara'dan Gaziantep'e gidiyoruz otobüsle. Dağlık bir bölgede 15 dakikalık mola verdi otobüs. Bahar olmalıydı, etraf yemyeşil, kır çiçekleri açmıştı. Bu doyumsuz güzelliği seyrederken, tepede bir kayanın dibinde, adını bilemediğim sarı demet yığınlarına gözüm ilişti. Çiçek delisiyim ya, kimsenin fark etmediği en küçük çiçeği görür bu gözler. ‘’Şuraya bakar mısın, ne kadar güzel, kayanın dibindeki sarı çiçekler’’. O tarafa baktın, ‘’Evet, güzeller’’ dedin. Biraz sonra ‘’inmek ister misin?’’ diye sordun, bak yolumuz uzun. ‘’Hayır’’ dedim. Bir şey isteyip istemediğimi de sordun, sanırım su istedim yalnızca. Muavin yolculara yerlerine geçmek için sesleniyordu, sen hala yoktun. Motor çalışmaya başladı ve otobüsün hafifçe hareket etmesi ile benim endişeli sesim ortalığı çınlattı, ‘’Durun, eşim kaldı’’. Başımı camdan tarafa çevirdiğimde, senin tepeden elinde bir demet sarı çiçekle, kan ter içinde otobüse doğru koştuğunu gördüm. ‘’Çıldırmış bu’’. Nefes nefese bindin, şoför yarı kızgın yarı muzip başını salladı, ‘’Tamam mıyız gençler?’’ dedi. Otobüs alkış ve motor sesiyle inledi. O mis gibi kokan sarı çiçeklerin kokusu hala genzimde...
6- 1⁄2 limon suyu
Ve asla unutamayacağım Erdek... Sen o yaz bizimle işlerinin çokluğu ve yıllık izninin adli tatile rastlamayışı sebebiyle Adalet kampındaki tatile gelememiştin. Ben üç çocuğumuzu alarak gitmek zorunda kaldım. Çocuklar arkadaşlar edinmiş, çok eğleniyorlardı. Ben de Sivas Kız Orta ve Sivas 4 Eylül Lisesi'nde birlikte okuduğum bir arkadaşımla karşılaştım. O da bir savcı ile evlenmiş, ailece tatile çıkmışlardı. Kocası tatil boyunca başını kitaptan kaldırmayan, yalnızlığı tercih eden bir adamdı. O yüzden iki yalnız kadın zaman zaman beraberce vakit geçirdik. Deniz ve yüzmek benim vazgeçilmezim olduğundan, gündüzleri daha çok ya yüzerek ya da kumsalda okuyarak vakit geçiriyordum. Eşler akşamları gruplar halinde masalarda oyun oynuyorlar, kendi aralarında sohbet ediyorlardı. Gençler, benim çocuklarım da dahil, sahilde ateş yakıp gecenin tadını çıkarıyor, zaman zaman akordeon ve şarkı sesleri lokale kadar ulaşıyordu. Ben çocuklarımla yemeğimi gazinoda yedikten sonra genellikle dairemize çekilip balkonda denize karşı ya müzik dinliyor, çoğu kez de elimdeki kitabı bitirmeye çalışıyordum.
Gözlerimi yaşartan gururla andığım o gece, gazinoda yemek yiyorduk. TV'de akşam haberleri okunuyordu, küçük kızım fısıldadı, ‘’Anne, babam diye.’’ Ekranda sen vardın; kürsüde duruşma sırasında, yazarlarından biri elindeki mahkeme ilamını göstererek ‘’Türkiye'de adaletli hakimler de var’’ diyordu. Küçük kızım heyecanla bağırdı, ‘’O benim babam!’’ Masada yemek yiyen herkes dönüp bizim masaya baktı. Hızını alamayan küçük kızım yüksek perdeden heyecanını kapıp koy verdi, ‘’O benim babam işte!’’ Konu hakkında bilgim vardı, işini eve getirmezdin ama bu sefer bunalmış, sıkıntını benimle paylaşmıştın. Zamanın bakanlarından biri ünlü gazeteci hakkında dava açmış ve bu yüzden ‘’hamili kartlar’’ art arda seni rahatsız etmeye başlamıştı. Bakan lehine karar bekleniyordu. Bana açıldığında ‘’SINIRDAN ÖTEYE TÜRKİYE YOK’’ dedin ve ben o dakika kararın ne olduğunu anlamıştım. Senden zaten başka türlüsünü beklemedim. Hep adil oldun ve bunu ömrünce korudun. Çocuklarım ve ben seninle hep gurur duyduk. Kızıma, çocuklarıma ‘’İşte bu benim babam’’ demenin gururunu yaşattın.
7- İsteğe göre 1⁄2 paket vanilya
SAHİLDE (DANS KRAL VE KRALİÇESİ)
Çok güzel bir geceydi; yakamozlar ateş böcekleri gibi denizin üstünde dans ediyordu. Elini omuzuma attın, ''hiç bitmesin bu gece'' dedin. Kumsala oturduk, çıplak ayaklarıma minik dalgalar vuruyordu okşarcasına. ''Üşüdün mü?'' diye sordun, ''hayır ama yorgunum'' dedim. ''Çok mu yordum seni? Ama ne dans ettik, pistin tozunu attırdık.'' ''Hııı, öyle. Yarın sen bakışları gör, malzeme çıktı millete. Var ya, sen içmeden de sarhoşsun.'' ''Sebebi ben değilim, kabahat senin.'' Ağustos böceklerinin, puhu kuşunun gece konseri ninni gibi geldi. ''Uykum geldi, gidelim mi?'' dedim. ''Yat o zaman dizime.'' Uyandığımda gün ağarmak üzereydi ve sen hala uyanıktın.
• Kalkalım mı liseli aşıklar gibi yakalanmayalım burada. Elimden tuttun, kaldırdın. Hırkamdaki kum tanelerini silkeledin. İkimiz birden gülmeye başladık. Aynı şeyler geçmişti aklımızdan: ‘’Ya yakalansaydık’’. Dağılan saçlarımı şefkatle düzelttin. Küçük bir çocuğunki gibi ben, senin hep bu halini sevdim. Yanımda olmanı, beni korumanı, kanatlarının altında olmayı hep sevdim. Güçlü olduğumu söylerler hep ama bu da benim gizli tarafım işte. Evet, ya yakalansaydık: ‘’Seyret o zaman gümbürtüyü, dedikoduyu. Kampa da laf lazım zaten. Koskoca Hâkim, koskoca kadın, gece vakti sahilde sızmış.’’
Gazinoya yaklaştığımızda garsonlar masaları hazırlamaktaydılar. Dairemize girdiğimizde yan komşularda henüz bir kıpırdanma yoktu. Sen tıraş olmak için banyoya girdin, ben bir duş alıp saçlarıma fön çektim. Mavi bir balıkçı pantolonu, beyaz bluzdan ibaret kıyafetimle hazırdım. Gazinodan hafif bir müzik yükseldiğini gördüğüme göre kahvaltı saati de gelmişti.
sensiz kalmama izin verdin, belki de öğrenmemi istedin sensizliği. Bu günlere hazırlık olsun için. Bak, bunda yanıldın sevgilim. Ben sensiz olmayı alışamadım, başaramadım.
9- Soğumuş reçelı̇n kavanozun kapağını sıkıca kapat ve ters çevir.
Gözyaşlarıyla ıslanmış yüzünü sildi, önlüğünü usulca çıkarttı, kirli sepetine attı. Soğuyan reçel kavanozunu sımsıkı kapattı.
Alev Atılgan- Ankara
We use cookies to analyze website traffic and optimize your website experience. By accepting our use of cookies, your data will be aggregated with all other user data.