alevatilgan.com

Alev Atilgan resim ve yazilari

Alev Atilgan resim ve yazilariAlev Atilgan resim ve yazilariAlev Atilgan resim ve yazilari

Alev Atilgan resim ve yazilari

Alev Atilgan resim ve yazilariAlev Atilgan resim ve yazilariAlev Atilgan resim ve yazilari

alevatilgan.com

  • Anasayfa
  • Biyografi
  • Sanal Galeri
  • Yazıları
  • Şiirleri
  • Kisa Oykuler
  • Portakal Kabuğu Reçeli
  • Iletişim
  • Desenler ve Suluboya

Portakal Kabuğu Reçeli

PORTAKAL KABUĞU REÇELİ- MAJÖR DEPRESYON Anı- öykü

Bir sene önce yazmıştı bu satırları, yeni bir öykünün ilk paragrafı, başlangıcıydı ne var ki klavyenin başına geçtiğinde kelimeler, harfler birbirine giriyor, gözyaşlarına engel olamıyordu. Zamana ihtiyacı olduğunu düşündü, kendini toparlayabilme umuduyla rafa kaldırdı öyküyü, düşünmemeye çalıştı terapi sonlanıncaya kadar. Resim, evet resim yapmanın onu kurtarabileceği düşüncesi ile bir yığın alışveriş yaptı, tuvaller boyalar, incelticiler, fırçalar... evde yeni bir düzen kurdu. Olmuyordu kafasıyla eli arasındaki uyumu sağlayamıyor yaptıklarını bozuyor yok ediyordu. Üstelik, çalışmanın verdiği dağınıklık onu iyice çileden çıkarıyordu. Yarım öyküler gibi ona yakın yarım resim birikmişti bozulan karalananlar dışında. Ani bir kararla uzunca bir zaman önce atölyeye çevirdiği oturma odasında resim çalışmasına dair ne varsa kaldırıp topladı, ardından büyük bir temizliğe girdi. Öyküler gibi resimler de belirsiz bir zaman için hapishanelerine kilitlendi. Hiçbir şey yapmamak da boğuyordu onu, insanlarla olan irtibatı, sosyal faaliyetleri de yok denecek kadar azdı. Öncelikle iyileşmesi gerekiyordu ne var ki devam etmeye çalıştığı terapi seansları, aldığı ilaçlar geçici iyilikten öteye gitmiyordu, ağlama krizleri yakasını bırakmıyordu. Ne teşhis koymuştu psikiyatrist ‘’ Majör Depresyon’’. Tedaviye olan inancını da kaybetmiş kendini dünyada yapayalnız kalmaya mahkûm edilmiş hissediyordu.

Torununa bas gitar almak için girdikleri müzik markette gözüne piyanolar ilişti, daha önce küçük çalışmalar yaptığı tuşlara yabancı değildi, parmakları gözüne ilk kestirdiği piyano tuşları üzerinde dolaştı. Genç ses mühendisi, "Hanımefendi, sanırım sizin de bir piyanoya ihtiyacınız olacak" sözlerine gülümsedi. Çok geçmeden piyano evdeydi, tuşlar parmaklarının altındaydı. Notalar, 'major depresyonu’ alt etmeye, gözyaşlarını kurutmaya yetmedi, aksine batı müziğinden Türk Sanat Müziği'ne geçiş durumunu daha da ağırlaştırdı. Tuşlara her bastığında, ne zaman nasıl kulağına yerleştiğini hatırlayamadığı şarkılar parmaklarında hayat buluyordu. Pratik çok kolay çıkarıyor, bir müddet sonra unutuyor, sonra aynı şarkıyı yeniden bulmuşçasına çalıyordu. Beynin çocuklukta depoladığı seslerdi çaldıkları. O zamanlar sadece radyo vardı. Türk Sanat Müziği dinlenirdi evde. 15-16 yaşlarında hafif batı müziğini severdi o ve arkadaş grubu Paul Anka, Doris Day vb. Gece Müzik Yelpazesi programını kaçırmaz, yazılı ödevlerini yaparken radyosu açık olurdu. Klasik Batı Müziği de gençlik şiirlerine eşlik ederdi yazarken, özellikle Chopin'i çok severdi; sanırım hala da öyle. Gençliği ve yetişkinliği boyunca hiç ilgilenmediğini sandığı Türk Sanat Müziği çalmaya çalıştığı piyanonun tuşları da yasına eşlik ediyor, onu gözyaşları içinde bırakıyordu. Hangi dala tutunacağını, nereye sığınacağını bilemiyor, giderek çevresinden uzaklaşıyordu. Tutunmaya çalıştığı her dal elinde kalıyordu. Sayısı hayli azalmış dostlarından biri evini değiştirmesini önerdi, yeni bir muhit yeni bir ev yaralarını sarabilirdi. Oysa ökseye tutulmuş bir kuş kadar bağlıydı evine. Ufak tefek tadilatlarla semtinden uzaklaşmadan kendine yeni bir sığınak yaratmayı yeğledi. Yaz boyunca sürecek tadilat onu az da olsa oyaladı. Kendine dönüp baktığında, tüm bunların zamanı boşa harcamaktan öteye gitmediğini gördü. Her çırpınışta başladığı yere dönüyordu.

Yeni yıla girmeye çok az zaman kalmıştı. Duvarlarını kendisinin ördüğü bu hapishaneden çıkmak için oldukça geçerli bir sebebi vardı. Torunlarına bir şeyler almak için dışarı çıkmanın kendisine iyi geleceğini düşündü. Uzun zamandır çocuklara o çok sevdikleri reçel ve kurabiyelerden de yapmamıştı. Önce kurabiyeleri ve reçeli hazırlamayı, ardından da alışveriş için dışarı çıkmayı planladı.

Pazardan aldığı Yafa portakallarını musluğun altında iyice yıkadı, sularını süzmesi için tezgâha serdiği kağıt havlunun üzerine koydu. Ne çok severdi torunları bu reçeli, uzun zamandır da yapmamıştı zira değişen her şey gibi Yafa Portakalı bulmak da zordu, zira bu reçelin başarılı olması için o kalın etli kabuklara ihtiyacı vardı. Portakalları iyice kuruladı, meyveyi kabuklarından muntazam bir şekilde çıkardı, uzunlamasına ince şeritler halinde kesti, daha önceden hazırladığı kalınca naylon iplere sararak dizdi. Acısını çıkarmak üzere daha önceden hazırladığı su dolu tencereye doldurdu. Çok olmuştu yapmayalı bu reçeli, tam üç senedir.
Eşini kaybettiğinden beri mutfağa ancak karnını doyurabilecek ufak tefek yapımı zaman almayan şeyler ve de temizlik için giriyordu. Kaybetmediği tek hasleti temizlik... Reçel için tarife ihtiyacı olduğunu düşündü, zira tereddütleri vardı. Önce acısını çıkarmak, birkaç kere su değiştirmesi ve ardından haşlaması gerekiyordu; yoksa önce kaynatıp sonra mı su değiştirecekti? Bu kadar kabuğa ne kadar şeker gerekiyordu? Suyunu süzdükten sonra mı şekerle hemen kaynatacak, yoksa süzülen kabukların üzerine şekeri döküp bir gece buzdolabında mı bekletecekti... Yok yok, o bekletme çilek reçeline aitti. Bazı şeyleri unuttuğunu düşündü, yardım için yeni evli olduğu yıllarda kayınpederinin hediye ettiği yemek kitabına bakmak istedi. Zira en güzel tarifleri hep oradan alır, çok güzel sofralar hazırlardı eskiden, zevkli, bembeyaz ütülü masa örtüleri, çiçeklerle donatılmış sofralar. Özel günleri hep bu masada kutlarlardı, bazen yakınları, bazen dostları, bazen ikisi baş başa, ama mutlaka kutlanırdı. Salondan bir sandalye aldı, mutfak dolaplarının en üstünde bulunan yemek kitaplarının arasından kayınpederinin armağanı olan kitabı çekti. Elindeki kitabı tezgâhın üstüne koydu, sayfaları rastgele çevirmeye başladı. Oysa tatlı ve reçeller kitabın

sonlarındaydı, neden böyle yaptığına kendi de şaşırdı, gülümsedi, "iyice yaşlandım." Kitabın son sayfalarında bulunan tatlılar ve reçeller bölümünü açtı. Çekmeceden temiz bir önlük çıkardı, kırlaşmış saçlarını bir lastikle ensesinde topladı. Dikkatle okumaya başladı.

1- 6 adet Yafa portakalı (3 su bardağı dilimlenmiş portakal kabuğu), 2- Bir su bardağı taze sıkılmış portakal suyu,
3- İki su bardağı su,
4- Dört su bardağı toz şeker,

5- 1⁄2 Limonun suyu,
6- Bir çay kaşığı tereyağı,
7- İsteğe bağlı 1⁄2 paket vanilya

Yemek kitabını yerine koymak üzere ayak parmakları üzerinde yükselerek uzanmaya çalıştı; küçük bir kağıt parçası kitapla birlikte tezgahın üzerine düştü. Siyah mürekkeple yazılmış bir nottu bu. Biraz uzağında bulunan yakın gözlüğüne uzandı.
''Sevgilim, Alya'm, kırk sekiz yıl benimle yaşamak hususunda gösterdiğin sabır ve tahammül karşısında şapka çıkarır, daha nice yıllar bu tahammülü göstereceğin ümidiyle ve sonsuz sevgimle. Ertan Doğan''

Bu eşinin evlenme yıldönümlerinde gönderdiği kırmızı gül demetine iliştirilmiş olan notlardan biriydi hiç şüphesiz; hatırlayamamış olmasına şaştı. Belki de güllerin güzelliği (ki her zaman özenle seçilmişti onlar) ve onları bir an evvel vazoya yerleştirme telaşıyla bu notu kitabın arasına koymuş olmalıydı; ne kadar zorlasa da kendini hatırlayamadı. Ölümünden beş sene önce gönderilen bir buketin notuydu bu; tekrar tekrar okudu. Sandalyeye çökercesine oturdu.

1- Altı adet dilimlenmiş Portakal Kabuğu (üç su bardağı dilimlenmiş portakal kabuğu)
Hatırlar mısın? Uzun uzun koşuşturmalardan sonra, inatla, ısrarla, kararlıkla ulaşmayı başarmıştın bana. Benim başımda kavak yelleri esiyordu. Ne yalan söyleyeyim, biraz da kendini beğenmişlik vardı; öyle ya çevresinden bolca övgü, iltifat alan, aynalara bakmaya doyamayan çaylağın tekiydim. Hayalimdeki erkek sen değildin. Rock Hudson vardı yatağımın başucunda koskocaman bir poster... Onun boş içini romantizmle doldurup hayalimdeki erkeği yaratmıştım. Sen bu ölçülere hiçbirine uygun değildin. Her gördüğümde kaçtım senden, görmezden geldim; sen vazgeçmedin, gittiğim kurslara yazıldın, İngilizce neyse de resim kursuna yazılma cesaretini hatırladıkça hala gülerim; benim Cin Ali Ressamım. Bir toplantıdaydık yine peşimdeydin, ne yapıp yapıp can arkadaşım Sezen'le konuşmayı başardın ve grubun içine girdin. Zorunlu karşılaşmalarda selamına karşılık vermeye başladım, nezaketen diyelim. Ve günün birinde kantinde senin kahve ikramını kabul ettim, uzun uzun konuştun; sen konuştukça içime sıcak sıcak bir şeylerin aktığını hissettim, ikimizin de nedensiz gözleri doldu, elini elimin üstüne koydun: ‘’Azimliyim, bunu bilmeni istiyorum,’’ dedin. Kendimi benimle aynı boyda bu güzel yüzlü adamla hayalim arasında sıkışmış hissediyordum. Mesela topuklu pabuç giydiğimde ondan uzun olacaktım bir de vazgeçilmezim şapkalarım vardı ki, ikimiz o resimde bir türlü göremiyordum. Biraz zamana ihtiyacım vardı, düşünmeye karar vermeye, ama sen buna izin vermedin; çiçek yağmurları başladı, küçük kartlar iliştirilmiş kırmızı güller. Hiçbir armağan, çiçek kadar yelkenlerimi suya indirmekte etkili olamazdı. Nasıl nereden öğrendiğini de uzun zaman öğrenemedim. Çok geçmedi nişanlandık, ardından askerliğin; senin mavi, benim pembe zarflı mektuplarımız İstanbul Halıcıoğlu ile Ankara arasında mekik dokudu uzun zaman.

2- Bir su bardağı taze sıkılmış portakal suyu

Dişim apse yapmış, yüzüm şişmişti. Doktor dönüşü çalıştığım bankadan izin alıp eve geldim. Doktorun verdiği ilaçları kullanmama rağmen geçmeyen diş ağrımın azalması için çenemin altından yanaklarımı kapatan bir eşarbı başımda fiyonk yaparak bağladım, yatağıma uzandım. Başucumda Rock Hudson’un muhteşem posteri, benim şiş yanağım ve kenarı oyalı tülbentle sıkılmış başım – kim bilir karşıdan nasıl da komik duruyordu. Kapı zili çalındı ve annem, biraz sonra odama geldi. ''Bankadan müdürünüz yollamış, sağlığını sormak üzere bir arkadaşın kapıda sana sormadan almadım içeri,'' yatakta doğruldum.

  • ''Kimmiş?'' diye sordum.
  • ''İlker Bey gelmesini ister misin, şu komik halinle? İstersen salona alayım, sen üstünü değiştir gel.''
  • ''Aaaa... İlker mi? Gelsin gelsin, fark etmez.''
    Odama girdiğinde dondum kaldım, tek kelime edemedim. Hırsımdan ne yapacağımı bilemiyordum. Hadise çıkmasından, annemin üzülmesinden korkarak sustum.
  • ''Çay demlemiştim,'' dedi annem.
  • ''Zahmet olacak efendim,'' dedin sanki kırk yıldır bu eve girip çıkan birinin rahatlığıyla.
  • ''Çayınızı için ve hemen gidin buradan, yoksa avazım çıktığı kadar bağırırım,'' dedim.
  • ''Bence mahsuru yok deneyin, ben avukatım, kendimi savunmasını bilirim. Deneyin, deneyin,'' dedin bir de gülerek.
    Biraz sonra annem elinde çay tepsisi ve o meşhur anne kurabiyeleri ile göründü. Tam bir genç beyefendi edasıyla annemle sohbeti koyulaştırdın. Sinirden tir tir titriyordum, ağlamamak için kendimi zor tuttum.
    Benim artan huzursuzluğum karşısında annemden izin alarak odadan çıkarken:

• ‘’Geçmiş olsun, Alya Hanım. Bir an önce iyileşip dönün aramıza.’’ İçimden ‘’Cehenneme kadar yolun var yapışkan, görürsün sen!’’
Antreden sesleriniz geliyordu:

  • ‘’Güle güle İlker Bey, oğlum tanıştığımıza memnun oldum.’’
  • ‘’Ben de efendim,’’ ve daha bir sürü tumturaklı sözler ve kapı kapandı.
  • ‘’Ne kadar beyefendi bir genç bu İlker Bey, bu zamanda böyle beyefendi gençler kalmadı. Müdürünüz de pek inceymiş, bak bu gülleri sana yollamış.’’
    Yalan üstüne yalan, hangi müdür gül yollar, ah benim melek kalpli annem. İlker’miş adı yalana bak yalana, sen kimsin İlker kim? Stajyer avukatmış da kendini savunurmuş da, muş da... muş...
    Gülme, gülme gerçekten çok kızmıştım sana ne azim, ne cesaret, ne inat varmış sende. Hani filmlerde olur böyle şeyler! Seni tanıdıktan sonra daha neler yapabileceğini tahmin bile edemiyorum. Ne azimmiş, benim çılgın sevgilim!
    3- İki su bardağı iyi su
    CENK KORAY
    Hatırlar mısın, Cenk Koray’ın sunuculuğunu ve organizatörlüğünü yaptığı (kendisi de Fakültenin kıdemli öğrencilerindendi) Hukuk Bayramına, ailemden izin alarak beni de davet ettin. Yarım günümü ayna karşısında geçirerek hazırlandım. Beni yine çiçeklerle kapıdan aldın. Salon tıklım tıklım doluydu, arkadaşların bize ön sıralarda yer tutmuştu. Zorlukla ön tarafa ulaşmaya çalışıyorduk, bir ara elim elinde koptu, ben önde sen hayli arkada kaldın. Hatırlar mısın, o savcı stajyeri olan arkadaşın da oradaydı. Burun buruna geldik, eğildi kulağıma, ‘’Hıh, uzun boylusunu bulmuşsun, mübarek olsun’’ dedi. Gözlerin üzerimdeydi, fırtına gibi kalabalığı yararak yanıma geldin. ‘’Ne dedi o sana öyle, dibine yapışmış?’’. Saklamadım, öylece söylediklerini tekrar ettim, ettim de kızmandan, hiddetlenmen de korkmadım değil. Gayet sakince ‘’Aklını kullanaydı’’ dedin ve sımsıkı elimi kavradın. Elli üç sene sürecek bir yolun başlangıcının ilk adımlarıydı bunlar. Çok sevdik, çok kavga ettik, ne var ki o kibar üslubunu hiç yitirmedin. Kaprislerime, şımarıklıklarıma göğüs gerdin, şefkatle, sabırla, merhametle. Hep benim için sığınacak bir liman oldun. Ben aşırı romantik, sen tam bir gerçekçi, mantık adamıydın. Dosdoğru, terbiyeli, gizlisi saklısı olmayan, mesleğine çok yakışan o dürüstlüğünle. Deliliklerin de yok değildi. Hatırlar mısın, benimle sokakta dans etmek isteyişini. Başardın da onca insanın içinde meydanda tek başımıza dans ettiğimizi düşündükçe hala gülüyorum.
    4- Dört su bardağı toz şeker
    TÜLİN - MEHMET
    Komşumuz Tülin-Mehmet Tuç çiftiyle bir inşaat şirketinin tanıtımına gitmiştik. Caz orkestrasını dikkatle oturduğum yerden takip ediyor, tempo tutuyordum. Orkestra şefi uğuldayan kalabalığın sesini, bas bariton daveti ile susturdu, beni işaret ediyordu, ‘’Hanımefendi, cazı seviyorsunuz, sizin için bir şey çalmak istiyoruz. Dileyin lütfen.’’ Kıpkırmızı kesildiğimi hissettim. Anlaşılan fazlaca kaptırmıştım kendimi, sana baktım, ‘’Söyle, söyle’’ dedin. Dudaklarımın arasından aklıma ilk gelen çıkıverdi, ‘’New York, New York’’. Orkestra isteğimi çalmaya başladığında elimi, o her zamanki hayır demeye fırsat vermeyen kavrayışınla tutup beni ayağa kaldırdın. ‘’Ne yapıyorsun?’’ dediğimde, ‘’Bu incelik karşısında sesiz mi kalacağız?’’ dedin ve kendimi meydanın ortasında dans eder buldum. ‘’Ah... tamam işte Ankara'ya rezil olduk.’’ Bakanlar, şehrin önde gelenleri, gazeteci, reklamcılar, hepsi oradaydı. Al sana rezillik. Kulaklarım uğulduyor, kendimi baştan aşağı kızarmış hissediyordum. Bir an önce bu rezaletin bitip, yerin dibine girmek istiyordum ki müthiş bir alkış koptu, uğultu kesildi. Dünyada sanki bu koca meydanda, sokak ortasında, bir sen ve bir ben vardık. Alkışlar, tebrikler ve "New York, New York". Gamzeli çenenin çukuru daha da derinleşerek gülüyorsun, ‘’medeni cesaret.’’
    5- Bir çay kaşığı tereyağı

Aklımın yelkovanı gerilere doğru akıyor, yeni evliyiz, Ankara'dan Gaziantep'e gidiyoruz otobüsle. Dağlık bir bölgede 15 dakikalık mola verdi otobüs. Bahar olmalıydı, etraf yemyeşil, kır çiçekleri açmıştı. Bu doyumsuz güzelliği seyrederken, tepede bir kayanın dibinde, adını bilemediğim sarı demet yığınlarına gözüm ilişti. Çiçek delisiyim ya, kimsenin fark etmediği en küçük çiçeği görür bu gözler. ‘’Şuraya bakar mısın, ne kadar güzel, kayanın dibindeki sarı çiçekler’’. O tarafa baktın, ‘’Evet, güzeller’’ dedin. Biraz sonra ‘’inmek ister misin?’’ diye sordun, bak yolumuz uzun. ‘’Hayır’’ dedim. Bir şey isteyip istemediğimi de sordun, sanırım su istedim yalnızca. Muavin yolculara yerlerine geçmek için sesleniyordu, sen hala yoktun. Motor çalışmaya başladı ve otobüsün hafifçe hareket etmesi ile benim endişeli sesim ortalığı çınlattı, ‘’Durun, eşim kaldı’’. Başımı camdan tarafa çevirdiğimde, senin tepeden elinde bir demet sarı çiçekle, kan ter içinde otobüse doğru koştuğunu gördüm. ‘’Çıldırmış bu’’. Nefes nefese bindin, şoför yarı kızgın yarı muzip başını salladı, ‘’Tamam mıyız gençler?’’ dedi. Otobüs alkış ve motor sesiyle inledi. O mis gibi kokan sarı çiçeklerin kokusu hala genzimde...

6- 1⁄2 limon suyu

Ve asla unutamayacağım Erdek... Sen o yaz bizimle işlerinin çokluğu ve yıllık izninin adli tatile rastlamayışı sebebiyle Adalet kampındaki tatile gelememiştin. Ben üç çocuğumuzu alarak gitmek zorunda kaldım. Çocuklar arkadaşlar edinmiş, çok eğleniyorlardı. Ben de Sivas Kız Orta ve Sivas 4 Eylül Lisesi'nde birlikte okuduğum bir arkadaşımla karşılaştım. O da bir savcı ile evlenmiş, ailece tatile çıkmışlardı. Kocası tatil boyunca başını kitaptan kaldırmayan, yalnızlığı tercih eden bir adamdı. O yüzden iki yalnız kadın zaman zaman beraberce vakit geçirdik. Deniz ve yüzmek benim vazgeçilmezim olduğundan, gündüzleri daha çok ya yüzerek ya da kumsalda okuyarak vakit geçiriyordum. Eşler akşamları gruplar halinde masalarda oyun oynuyorlar, kendi aralarında sohbet ediyorlardı. Gençler, benim çocuklarım da dahil, sahilde ateş yakıp gecenin tadını çıkarıyor, zaman zaman akordeon ve şarkı sesleri lokale kadar ulaşıyordu. Ben çocuklarımla yemeğimi gazinoda yedikten sonra genellikle dairemize çekilip balkonda denize karşı ya müzik dinliyor, çoğu kez de elimdeki kitabı bitirmeye çalışıyordum.

Gözlerimi yaşartan gururla andığım o gece, gazinoda yemek yiyorduk. TV'de akşam haberleri okunuyordu, küçük kızım fısıldadı, ‘’Anne, babam diye.’’ Ekranda sen vardın; kürsüde duruşma sırasında, yazarlarından biri elindeki mahkeme ilamını göstererek ‘’Türkiye'de adaletli hakimler de var’’ diyordu. Küçük kızım heyecanla bağırdı, ‘’O benim babam!’’ Masada yemek yiyen herkes dönüp bizim masaya baktı. Hızını alamayan küçük kızım yüksek perdeden heyecanını kapıp koy verdi, ‘’O benim babam işte!’’ Konu hakkında bilgim vardı, işini eve getirmezdin ama bu sefer bunalmış, sıkıntını benimle paylaşmıştın. Zamanın bakanlarından biri ünlü gazeteci hakkında dava açmış ve bu yüzden ‘’hamili kartlar’’ art arda seni rahatsız etmeye başlamıştı. Bakan lehine karar bekleniyordu. Bana açıldığında ‘’SINIRDAN ÖTEYE TÜRKİYE YOK’’ dedin ve ben o dakika kararın ne olduğunu anlamıştım. Senden zaten başka türlüsünü beklemedim. Hep adil oldun ve bunu ömrünce korudun. Çocuklarım ve ben seninle hep gurur duyduk. Kızıma, çocuklarıma ‘’İşte bu benim babam’’ demenin gururunu yaşattın.

7- İsteğe göre 1⁄2 paket vanilya

SAHİLDE (DANS KRAL VE KRALİÇESİ)
Çok güzel bir geceydi; yakamozlar ateş böcekleri gibi denizin üstünde dans ediyordu. Elini omuzuma attın, ''hiç bitmesin bu gece'' dedin. Kumsala oturduk, çıplak ayaklarıma minik dalgalar vuruyordu okşarcasına. ''Üşüdün mü?'' diye sordun, ''hayır ama yorgunum'' dedim. ''Çok mu yordum seni? Ama ne dans ettik, pistin tozunu attırdık.'' ''Hııı, öyle. Yarın sen bakışları gör, malzeme çıktı millete. Var ya, sen içmeden de sarhoşsun.'' ''Sebebi ben değilim, kabahat senin.'' Ağustos böceklerinin, puhu kuşunun gece konseri ninni gibi geldi. ''Uykum geldi, gidelim mi?'' dedim. ''Yat o zaman dizime.'' Uyandığımda gün ağarmak üzereydi ve sen hala uyanıktın.
• Kalkalım mı liseli aşıklar gibi yakalanmayalım burada. Elimden tuttun, kaldırdın. Hırkamdaki kum tanelerini silkeledin. İkimiz birden gülmeye başladık. Aynı şeyler geçmişti aklımızdan: ‘’Ya yakalansaydık’’. Dağılan saçlarımı şefkatle düzelttin. Küçük bir çocuğunki gibi ben, senin hep bu halini sevdim. Yanımda olmanı, beni korumanı, kanatlarının altında olmayı hep sevdim. Güçlü olduğumu söylerler hep ama bu da benim gizli tarafım işte. Evet, ya yakalansaydık: ‘’Seyret o zaman gümbürtüyü, dedikoduyu. Kampa da laf lazım zaten. Koskoca Hâkim, koskoca kadın, gece vakti sahilde sızmış.’’
Gazinoya yaklaştığımızda garsonlar masaları hazırlamaktaydılar. Dairemize girdiğimizde yan komşularda henüz bir kıpırdanma yoktu. Sen tıraş olmak için banyoya girdin, ben bir duş alıp saçlarıma fön çektim. Mavi bir balıkçı pantolonu, beyaz bluzdan ibaret kıyafetimle hazırdım. Gazinodan hafif bir müzik yükseldiğini gördüğüme göre kahvaltı saati de gelmişti.

  • Uyumak istersen kalabiliriz, hiç uyumadın.
  • Seni izledim bütün gece, ne kadar masumsun uyurken.
  • Uyanıkken cadı mıyım?
  • Eh... biraz öyle.
  • Çok fenasın!
    Elimi kavradın, evlendiğimiz günden beri elimi bırakmadın hiç. O hatırlamak istemediğim günler hariç. Elele gazinoya girdik, masamıza doğru yol alırken garsonların bize tatlı tatlı gülümsediğini sezdim. Masalardan da çaktırmadan bakmaya çalışanlar vardı. Genç bir garson senden önce davranıp sandalyemi çekti. Sen gözlerini dikmiş masanın üzerinde balonlarla süslenmiş çiçek vazosuna bakıyordun.
  • Bakar mısın, üzerinde kart da var.
  • Evet, okudum.
    Utandım, düşündüklerimden. Meslektaşlar ve eşleri bize unutamayacağımız bir jest yapmışlardı. Sen ayağa kalktın, yüksek tonda o güzel sesin ve müthiş hitap kabiliyetini yine gösterdin. Meslektaşlarına, eşlerine bu güzel ödül için teşekkür ettin ve yine hararetli alkışı kaptın. Sen bu alkışları hep sevdin. Kızın da sana benzemiş, hitabeti, şirinliği, hâkim tavırlarıyla...
    Çılgın değilmişim demek ki, bak kimse yermedi, ayrıca ödüllendirdi. Artık şu "rezil oluruz" cümleni lütfen sil lügatından. Gevşe, rahat ol biraz... Serde biraz da yırtıklık var, yapacak bir şey yok, katlanacaksın.
    Gece son çiftini pistten yollayıp tek başımıza dans etmekten şişen ayakkabılarımı usulca çıkarıp kahvemi içerken gözümü masadaki çiçek demetinden ayıramıyordum: "Gecenin Kral ve Kraliçesine..."
    8- Köpüklerı̇ temizle, ocağı kapat, soğumaya bırak.
    SON İSTEK
    Sıkılmaman için seni yatak odasından çıkarıp küçük bir revire çevirdiğimiz oturma odasına almıştık. Hem sıkılmaman hem de bizlere yakın olman için nadir de olsa gördüğün halüsinasyon neticesi, ben de geceyi yatağının yakınındaki koltukta geçiriyordum. Aklın son derece başındaydı ve bunların sayısı ikiyi geçmedi. Yatağının ayakucunda gömme dolabın aynalı kapısını göstererek sordun bana: ‘’Alya, orada ne görüyorsun?’’ Emin olmak için sorduğunun farkındaydım. ‘’Hiçbir şey sevgilim, aynada senin ve benim görüntüm’’. Elimi sımsıkı tuttun, sorduğundan utanmış gibi gülümsedin. Ben de seni üzmemek adına ne gördüğünü sormadım. Eski hatırlarımızdan söz ettik. Elimi hiç bırakmadın. O piyanist ellerine benzeyen ince uzun parmakların iyice sıktı elimi. Gözlerimin içine bakarak ‘’Hatırladın mı?’’ dedin. Güldük ikimiz de. Genç aşıklar gibi ilanı aşk ettik birbirimize. Bunun son aşk sözcükleri olduğunun bilincinde değildim. Sen ne fırtınalar atlatmış ne badirelerden geçmiştin. O içindeki yaşama isteği ile... ‘’Alya’m, son bir isteğim var. Biliyor musun, bu yataktan kalktığım gün seninle tıpkı eskisi gibi kalabalık bir yerde dans etmek istiyorum.’’
    Birbirine yeten iki kişiydik. Benim öyle çok arkadaşım yoktu. Eşim de sevgilim de arkadaşım da sendin. Pazar kahvaltılarımızı ya balkonda ya da salonda yapardık. Hafta sonları, dokuzda başlayan kahvaltımız öğlen sularında biterdi. Yakınlarım ne bulur ne konuşursunuz o kadar diye hayretlerini belirtmekten çekinmezlerdi. İlk evlilik günlerinden başlar, anlatır da anlatırdık birbirimize neler neler. Akşamları ya müzik dinler, dans eder, ya da sen akordeon veya ağız armonikası çalardın. (Hala saklıyorum Hannover Harmonica 280 c. Made in Germany, pompalı armonika ve akordeonunu) Eskiden ben de sana sesimle eşlik ederdim. Kırk yaşında geçirdiğim bir kan rahatsızlığı ve aldığım Anabolizan ilaçlar yüzünden ses tellerim kalınlaşmış, şarkı söyleyemez olmuştum. İyi bir dinleyiciydim artık. Sen, eşi bulunmaz bir aşıktın. Hep böyle güllük gülistanlık değildi elbet hayatımız. İnişleri, çıkışları vardı; hatta depremler yaşadık, sevginin gücüyle aşmasını bildik. Kavga yoktu hayatımızda, kırgınlıklar, fikir ayrılıkları elbette vardı. Ne var ki, o kadar zarif bir insandın ki, bir kere ağzından kaba bir söz duymadım. Zaman zaman eski kırgın günlerimizden bahsedecek olsam, ‘’Lütfen’’ der, yalvaran gözlerle bakardın bana ve hala kulaklarımda sesin. Endişe etme, ben sadece seni ve o muhteşem sevgini hatırlıyorum. Seni hep sevdim, ayrılmaya ramak kaldığımız günler bile sevdim. Gitmek istediğimde beni yolcu edişini, gözyaşlarını, zarafetini, her sıkıntımla ilgilenişini unutmadım. Bu son dargınlığımız oldu ve muhteşem barışmamız. Buna ayrılık ve barışma da diyemiyorum. Belki birbirimize çok sahiplenmiş, esir almaya kalkmıştık. Kim bilir, belki sevmekten bu kadar sevmekten usanıp bir es vermek istemiştik. O ayrı günlerde, himayeni, sevgini, ilgini esirgemedin benden. Ve yine ben yanağına kocaman bir öpücük kondurmak üzere döndüm. Döndüğümde, kırmızı güllere boğdun beni. Konuşmadan dakikalarca suskun öylece, ellerin ellerimde, birbirimize bakmaya çalıştık. İkimiz de önce karşımızdakinin konuşmasını bekliyorduk. Öylece sarıldık, kaldık birbirimize.
    Bir daha da ne bu ayrılıktan ne de niçin gitmek isteğimden, niye döndüğümden asla bahsetmedik. Ayrılık süresince beni dönmeye zorlamadın, suçlamadın, yalnız kalmama izin verdin. Zira döneceğimden adın gibi emindin. Benim

sensiz kalmama izin verdin, belki de öğrenmemi istedin sensizliği. Bu günlere hazırlık olsun için. Bak, bunda yanıldın sevgilim. Ben sensiz olmayı alışamadım, başaramadım.

9- Soğumuş reçelı̇n kavanozun kapağını sıkıca kapat ve ters çevir.

Gözyaşlarıyla ıslanmış yüzünü sildi, önlüğünü usulca çıkarttı, kirli sepetine attı. Soğuyan reçel kavanozunu sımsıkı kapattı.

Alev Atılgan- Ankara

https://alevatilgan.com

page6image343475216

Copyright © 2021 Alev Atılgan resim ve yazıları - Kullanım hakları saklıdır.

  • Anasayfa
  • Sanal Galeri
  • Yazıları
  • Iletişim
  • Kullanım Hakları

This website uses cookies.

We use cookies to analyze website traffic and optimize your website experience. By accepting our use of cookies, your data will be aggregated with all other user data.

Accept